Hakikaten tuhaf bir “amaaan” pandemisi içerisindeyiz.
Ne bu deveyi güdebiliyoruz, ne bu diyardan gidebiliyoruz. Kâh elimizde televizyon kumandası alt yazıları okuyor, kâh telefonumuza gelen son dakika deprem şiddetlerine gözlerimizi devirip hemen kaldırıveriyoruz.
“Ölmüş ve olmuş” kelimeleri “ne haber” kadar anlamsız oldu tuhaf bugünlerimizde.
Efendim 99 depremini hatırlıyor muyuz?
Güya hatırlıyoruz. Yani hengâmeyi, enkazları, denizin altında kalan yapıları, binlerce vatandaşımızı kaybedişimizi hiç unutmadık.
Ama yüreğimiz çabuk soğudu.
Ve sonra daha şiddetlisi ile yüz yüze geldik deprem felaketi ile.
Tam on bir ilimizin etkilendiği, 53.000 vatandaşımızı yitirdiğimiz, yürek yürek eksildiğimiz 6 Şubat depremi...
Ciğerlerimiz yandı yandı kül oldu.
Bugün?
Yine soğuduk. İnsan olmanın en büyük özelliği bu belki de...
İnsan kelimesi “nisyan” kelimesinden türemiştir. Yani, unutan demektir.
Yaradılışımızdan belki, bu kadar çabuk soğuma...
Ama geldiğimiz noktada cümlelerime ilk başladığım gibi tarif edemediğim bir “Amaann” abartısı da var.
Bunu ikili sohbetlerimde de çok konuşur ve duyar oldum.
Bugünlerin en çok konuşulan konusu, yine deprem. Yunanistan’da beklenen hatta Ege kıyılarını da etkileyeceği öngörülen deprem her gün adeta beş şiddetine kadar silkeleyip “geliyorum” diyor. Bir de İstanbul’da beklenen o büyük deprem var.
Naci Görür, yedi şiddetinin üzerindeki bir İstanbul depremi için "yüzde kırk yedi" diyor. “Uyuştunuz mu, beni anlamıyor musunuz?” diyor.
O da o tuhaf “Amaan” pandemisi ile yüzleşiyor çünkü. Aslında biz toplum olarak düşmekten çok şey öğrenir, hatta gözle görünür yara izlerimiz hasebi ile o düşmeleri asla unutmayız. Demek ki bunu da yitirdik. Bu duygu da başka bir enkazın altında kaldı. Evet, elimizde kumanda ya da telefon öylece bekliyoruz. Hani bir söz var ya, çölün ortasında bağdaş kurduk bekliyoruz diye... Tıpkı onun gibi.
Hele bir deprem olsun, eğer ölmezsek bir şeyler yaparız. Biz depreme hazırlanmayı illa ki sağlam yapılardan ibaret zannediyoruz. Oysa artık bu durum o kadar zor bir dönüşüm ki, bundan öncesi zor, bundan sonrası ise tamamen vicdanlara kalmış. Afet durumlarında teyakkuza geçen sivil toplum kurumları, hemşehri dernekleri veya en küçük dernekler bile gecesini gündüzüne katarak çalışıyorlar.
Ama özellikle böyle beklenen durumlarda niye kimse hiçbir şey yapmıyor. İlla o korkunç felaketin acısı ile yüz yüze mi gelmeliyiz? Her dernek kendi bünyesinde en azından 250 battaniye, 250 ilk yardım paketi, temel gıda hatta en azından 50 çadırı hazır bulundursa, yükte az, pahada çok ciddi bir artı diye düşünüyorum. Keza bugün hiçbir işlevi olmadığı düşünülen muhtarlıklar... Küçücük bir muhtarlık, deposunda ne ciddi hazırlıkları depolar.
Bazen düşünüyorum, bayılan birine tamamen iyi niyetle iki şamar vururlar.
Kendine gelsin diye... Bizim de sanki kendimize gelmek ve ayılmak için birilerinin iki şamarına ihtiyacımız var.
"Deprem vergimi veriyorum, yetmez mi?" demeyelim bence. Bugün 4481 nolu yasa ile gelir, taşıt, emlak, haberleşme, vs. birçok durumda deprem vergisi kesilse de bizim somut, başka elzem hayati ihtiyaçlarımız noktasında vatandaş olarak da hazır olmamız lazım. Deprem çantasından biraz daha ileriye gitmemiz lazım. Yeni başlangıçlarda eski hataları yapmamak, eksildikçe tamamlanmak lazım.
Bilmem ki bizi kendimize getirecek ne lazım ama ölmeden, kaybetmeden, canımız yanmadan, birilerinin “Sesimi duyan var mı?" diyerek seslendiğinde o soruya cevap verebilmek, ya da o soruyu soran olabilmemiz lazım. Oysa, bizim o soruyu sormak zorunda hiç kalmadığımız, sapasağlam ayakta durabildiğimiz, “Amaaan” demediğimiz, dipdiri ve farkında olmamız lazım. Eğer başımıza illa ki bir afet gelecekse gelince değil, gelmeden hazır olmamız lazım.