Eskişehir’in göbeğinde, herkesin gözleri önünde bir kadın dakikalarca darp ediliyor. Yüzüne defalarca yumruklar iniyor, saçlarından sürükleniyor, çığlıkları yankılanıyor. Sonra o adam hiçbir şey olmamış gibi evine geri dönüyor. Kadın ise yarı baygın, sokak taşlarının üzerinde… Yalnız.

Bu görüntüler hepimizin yüreğine hançer gibi saplandı. Ama en çok da bana bir şeyi düşündürdü: Şiddet gören kadınlar aslında sadece o an değil, bütün bir hayatları boyunca yalnız bırakılıyor.

Bir kadın defalarca darp ediliyorsa, dahası bir keresinde parke taşıyla saldırıya uğruyorsa, bu, sadece bir “öfke patlaması” değil; sistematik bir şiddetin kanıtıdır. Ve biz, toplum olarak bu sistematiği görmezden geliyoruz. “Aile meselesi” deyip kulaklarımızı tıkıyoruz. Oysa şiddetin aileyle, kültürle, kimlikle ilgisi yok; doğrudan insanlıkla ilgili bir mesele bu.

Ben bu haberi okuduğumda kendi hayatımı düşündüm. Biz kadınlar sokakta yürürken de evde otururken de, çoğu zaman görünmez bir tedirginlik taşıyoruz yanımızda. Çığlığımızın duyulup duyulmayacağını, yardım isteyince gerçekten koşan biri olup olmayacağını sorguluyoruz. Bu korku, şiddeti bizzat yaşamamış olsak bile içimize işliyor.

Kadın olmak; sürekli tetikte olmak demek. Anahtarı elinde sıkmak, gece tek başına yürümemek, yabancı bir bakışın altında hızlıca yön değiştirmek demek. Ve bazen en çok güvendiğin evin içinde bile diken üstünde yaşamak demek.

Bugün sokakta darp edilen kadın hepimizin sesi olabilir. Onun çığlığı, kendi bastırdığımız korkularımızın yankısıdır. Onu görmezden gelmek, aslında hepimizi yok saymaktır.

Benim en büyük temennim şu: Artık kimse “Yine mi kadın cinayeti haberi?” diye başını öne eğmek zorunda kalmasın. Artık çocuklar, annelerinin yarı baygın şekilde sokak taşlarına yığıldığını görmesin. Ve artık biz, birbirimizin çığlığını duymaktan kaçınmayalım.

Çünkü bir kadının sesi duyulmazsa, aslında hepimiz susmuş oluruz.