Tarih 13 Mayıs 2014’tü. Şimdi adı ‘Gazetecilik’ olan Basın Yayın bölümünde öğrenciydim. Akşam saatlerinde telefonum çaldı. İletişim Bilimleri Fakültesi’nin o dönemki dekanı benden derhal bir ekip kurmamı ve büyük bir maden faciasının yaşandığı Soma’ya gidip haber yapmamı istedi. Düşünmeye çok da fırsatım olmadan 4 arkadaşımı daha arayıp fotoğraf makineleri, kameralar ve ses kayıt cihazlarını bagaja koyup gece saatlerinde yola çıktık.
İçimizde henüz pek de saha tecrübesi olmamasının verdiği tedirginlikle çıktığımız yolda Twitter ve ‘resmi’ kaynaklardan olan biteni takip etmeye, anlamaya çalışıyorduk. Yol boyunca ‘son dakika’ haberlerini birbirimize okurken bir yandan da Soma’da ulaşabileceğimiz birilerini arıyorduk. Gün ağarmaya başlayıp Soma’ya yaklaştıkça içimizdeki tedirginlik yerini korkuya, konuşmalarımız ise yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı.
Soma’ya birkaç kilometre kala henüz herhangi bir yetkili ağızdan tatmin edici bir açıklama yapılmamıştı. Soma’daki birkaç tanıdığımdan ölü sayısının her geçen dakika arttığını, hastanede cenazeleri koyacak yer kalmadığı için soğuk hava depolarına taşınmaya başladığı haberlerini aldık. Taşlık yoldan maden ocağına doğru giderken kesif bir duman kokusu ve tozla birlikte sirenlerle geçen ambulanslar facianın yaşandığı yere yaklaştığımızı doğruladı.
Maden ocağına gelip aşağı doğru indik. Kısa bir süre sonra yanımızdan arkadaşlarını kurtarmak için çabalayan, yüzlerindeki isi göz pınarlarından çenelerine kadar bıçak gibi kesen gözyaşları içindeki maden işçilerini gördük. Henüz hiç kimsenin ne olduğu konusunda bir fikri yoktu. Fikri olan da sorularımızı yanıtsız bırakmayı tercih ediyordu.
Tüm bu bilinmezliğin içerisinde birden bir feryat yükseldi. Bir işçinin daha cansız bedeninin madenden çıkarıldığını gördük. Kalabalığın üzerine makinemi kaldırıp görmeden arka arkaya deklanşöre bastım. Herkes hayatını kaybeden işçinin kim olduğunu anlamaya çalışırken, birisi abisi olduğunu anladı. Sonra zaman durdu. Dünyanın en uzun saniyeleri yaşandı. Oysa sadece bir an… Geçmek bilmedi. Sonrası isyan…
Akşam olduğunda CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel’le bir araya geldik. Milletvekili Özel çok kısa bir süre önce Soma’daki madenlerde ihmaller olduğunu, çıkan yangınlarda maden işçilerinin hayatlarını kaybettiğini ve bu konuda Meclis’e araştırma önergesi verdiğinden bahsetti.
NOT: CHP’nin bu önergesinin gündeme alınması, Bakanlığın “Can ve mal emniyeti açısından tehlikeli bir durum bulunmadı” açıklamasıyla 29 Nisan 2014 tarihindeki genel kurul oturumunda reddedilmişti.
Geceyi orada geçirdik. Ertesi gün protokol madene geldi. Gelenler, oradaki insanların yüzü dışında her şeye bakıyor, ‘yetkililerden’ bilgi alıyordu. Olay yerine zahmet edip teşrif eden ‘duayen’ gazeteciler ise safari pantolonları ve tertemiz outdoor ayakkabılarıyla sahada çalışan muhabirlerden olan biteni dinliyordu.
Kırkağaç Soğuk Hava Deposu’nun önünde yerde oturmuş ümitsizce yakınlarından henüz haber alamamış, en azından cenazelerini teşhis etmek isteyen insanlarla birlikte beklemeye koyulduk. Kulak yırtan bir sessizliğin ortasında, deponun içerisinden gelen ağlama sesleri duyuluyordu. Herkes sessizce ağlıyor, bizim de omzumuzdaki yük artık taşıyamayacağımız hale geliyordu. Tüm ifadesizliğimizle oradan ayrılıp sonradan Anıt Mezar yapılacak olan yere gittik.
Bir yandan mezarlar açılmaya devam ediyor, bir yandan dualar ediliyordu. Mezarların arasında ilerledikçe yaşları 20 ila 35 arasında değişen madencilerin isimlerini gördük. Gözüm, aynı soyadlı iki mezara takıldı. Muhtemelen baba ve oğlu…
Soma giderek kalabalıklaşıyor, Soma’dakiler ise hayatları boyunca devam edecek yalnızlığın ilk günlerini yaşıyordu.
Üç gün kaldık Soma’da… Yakınlarını kaybedenlerle de görüştük, madenden sağ kurtulan işçilerle de. “Ne yapacaksınız bundan sonra” dediğimizde, “Yapacağımız başka bir şey yok, tarımı bitirdiler” cevabını aldık.
Tüm bu yaşananlar, binlerce kare fotoğraf, onlarca saatlik görüntü ve aklımızdaki milyonlarca soruyla Soma’dan ayrılıp Eskişehir’e döndük. Dönüş yolunda kimsenin ağzını bıçak açmadı. O dönemde, hevesli gazeteci adayları olarak ilk saha deneyimimiz bize hayatımız boyunca unutamayacağımız bazı dersler vermişti.
Bugün bu okuduğunuz satırları yazıp, bir yaşanmışlığın hatırasını tarihe not düşerken bu hayatta iz bırakmadan kayıp giden gencecik hayatları düşünmediğim bir an bile olmadı.
Aradan geçen 8 yılda, ben de dahil olmak üzere çok şey değişti.
Ancak ne yazık ki ülkede değişmeyen de çok şey var.
Dün Ermenek’te, Soma’da yaşanan neyse bugün Amasra’da yaşanan da o.
O zaman da ‘fıtrat’ demişlerdi mesela. Hemen hemen aynı sözlerle…
Ha unutmadan, bir gelişme var:
O zaman yerde madenci tekmeliyorlardı. Artık televizyonda Çinlilerle goy goy yapıyorlar.
8 yılda dev adım!
Her neyse…
Nazım’ı bu günlerde bir kez daha anmakta fayda var.
Çünkü: hava kurşun gibi ağır. Sesimiz çıkmıyor, bağıramıyoruz. Kendi sesimizle kül oluruz korkusundan. Yüreklerimizin kulakları yıllar geçse de sağır.
Bu ülkede kim yanarsa yansın çıkmıyor karanlıklar aydınlığa…