Bir süredir bize yaşadığımız hayatı, ülkeyi, toplumu, adalet sistemini sorgulatan çocuğa cinsel istismar vakasının içinde çırpınıyoruz.
İsmailağa cemaatine bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızını 6 yaşındayken ‘evlendirip’ istismara maruz bıraktırması olayı tüm toplumun yüzüne okkalı bir tokat gibi patladı.
Olayla ilgili adli süreç, paylaşılan her detay, her basın açıklaması, her yorum öfkemizi bin kat daha artırıyor. Artırmalı da…
Ancak maalesef böyle bir olayda bile, en üst perdeden sesini çıkaramayan, bırakın ses çıkarmayı iki satır yazı yazamayan, olayı münferitleştiren, vakıflara, tarikatlara, cemaatlere laf edilecek diye ödü kopan bir zihniyet var karşımızda.
Zaten, kendine rant sağlayamayacağı hiçbir konuda duyarlılık gösteremeyen bir kesim var. Onların böyle bir konuda, toplumsal yaraya derman olmak gibi bir dertlerinin olmadığından da eminim. Onları eleştirmeye kalkıp kelime israfı yapmaya gerek görmüyorum.
Amaçlarını, planlarını, niyetlerini, neye düşman olduklarını gayet iyi bildiğim için tepki vermemelerine de şaşırmıyorum.
Ancak bu yapılanmalara ağzını açıp tek kelime edemeyen, sanki yaşanan sapkınlık daha önce hiç yaşanmamış gibi, çocuklar vakıf yurtlarında hiç taciz edilmemiş gibi, Diyarbakır’da ve Adana’da yurtlarda çıkan yangınlarda can vermemişler gibi, Enes Kara intihar etmemiş gibi şaşkın ve öfkeli gözükmeye çalışan bir kesim var.
Benim asıl derdim onlarla…
Olayı kişi üzerinden değerlendiren, tarikatlara “oy kaybetme“ kaygısıyla tek kelime edemeyen, ancak toplumsal baskıdan korktuğu için el mahkum bir iki kelam etmek zorunda kalan, yapay öfkeli ve samimiyetsiz kişilerle...
Bu plastik öfke, hiçbir şeye derman olmadığı gibi samimiyetsizliği yüzünden tarikatlara karşı verilmesi gereken mücadeleye de köstek oluyor.
“Tarikatlarla mücadele” deyince bile bazılarının başından aşağı kaynar sular dökülüyor farkındayım.
Evet, tarikatlarla mücadele edilmeli.
Bugün, ortalama zekaya sahip her insan, bu yapıların “Bir lokma, bir hırka” mottosunu hayat tarzı olarak benimsemiş dervişler tarafından yönetilmediğini biliyor.
Özellikle son 20 yıllık süreçte elde ettikleri büyük maddi güç sayesinde her biri devasa holdinglere dönüştü.
Uluslar arası ticaret yapıyorlar, milyarlarca lirayla oynuyorlar ve vergiden muaflar…
Ne hikmetse “akçeli” işleri hep rast gidiyor.
Bu kadar büyük maddi güç ve artık müşteri konumunda olan müritler de, siyasi ayağın iktidarına oy katkısı sağlıyor.
Olan yine hayatı kararan çocuklara, toplumsal yaşamdan soyutlanmaya çalışan kadınlara oluyor.
Anayasanın 174. maddesi, kimse umursamasa da, orada duruyor.
Adı da gayet güzel: İnkılap kanunlarının korunması
Gerçi 2’nci madde de “Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” yazıyor.
Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti… Daha ikinci maddede 4’te sıfır çekiyoruz.
Buradan cumhuriyetin temel ilkelerine, kuruluş mottosuna inanan laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti isteyen herkese açık çağrı yapıyorum.
Cumhuriyetin 100. yılındaki ilk hedefi fabrika ayarlarına dönmek olmalı.
Laiklik, demokrasi, sosyal devlet ve hukuk devleti için acil çağrı.
Hem de çok acil!