Eskişehir’e kış bir geldi mi, sadece hava değil, alışkanlıklarımız da üşür. Ayazın yüzümüze çarpması bir yana; pazara giden yol da, pazarın içi de artık eskisi gibi değil. Bir zamanlar rengârenk tezgâhlara bakıp “Hangisini alsam?” diye düşündüğümüz günler… Sanki bir adım geride kaldı.

Bugün tezgâhların önünde durup “Alayım mı, almaktan vaz mı geçeyim?” diye tereddüt eden bir şehir olduk. Çünkü mesele artık sadece fiyat değil, kalite de aynı anda eriyor. Soğuk, sebzeye meyveye değil, içimize de işlemiş durumda.

62 yaşındaki Ayşe teyzenin sözleri hâlâ kulağımda: “Eskiden poşeti doldurur giderdim, şimdi üç tane domates alıp çıkıyorum.” Bu cümlede sadece ekonomik zorluk değil, bambaşka bir duygu var: alışabildiğimiz düzenin değişmesi.

Marketler ise hayatımızın garantili ama pahalı konfor alanına dönüştü. “Az alıyorum ama en azından çürük değil” diyerek kapısından içeri girdiğimiz o steril, sessiz raflar… Pazarın kalabalığını, pazarlığın heyecanını, tazeliğin doğal kokusunu satın almasak da güveni satın alıyoruz orada.

Pazar esnafı ise başka bir hikâye anlatıyor. Onların soğuğu daha keskin, onların hesabı daha uzun. Ürünün bozulma riski, mazotun fiyatı, kasanın masrafı… Bütün bu denklem gözümüzün ucunda görünmeyen ama tezgâhta kırmızı etiketlere dönüşen bir yük.

Üstelik bu sadece ekonomik bir mesele değil; sosyal bir alışkanlığın da dönüşümü. Kış, Eskişehir’in pazar kültürünü sessizce içeri itiyor. Yerine market promosyonları, üçlü paketler, ışıklı reyonlar alıyor. Üniversiteliler artık riski değil, sürekliliği tercih ediyor.

Belki de asıl soru şu:

Kış geçince pazar eski hâline döner mi, yoksa bu dönüşüm kalıcı bir alışkanlığa mı evriliyor?

Bence Eskişehir’in pazarları, şehrin hafızasıdır.

Soğuk vurur, ürün solar, fiyat artar… Ama o pazar kokusu, o tezgâhların ruhu başka hiçbir yerde yok.

Yine de gerçek şu ki:

Bu kış hepimiz için zor bir kış olacak. Hem cepte hem sepette…

Belki bahar biraz daha geç gelir bu yıl, ama umarım tezgâhlara da yeniden canlılık getirir.